fiogf49gjkf0d Ellerine saglık bende ufacık bir şey eklemek istiyorm tabi izin verirseniz .
https://www.youtube.com/watch?v=CQXPPqjPZ3g&feature=related
Kabir azabını âyet ve hadislerle açıklar mısınız?
Kabir azabı ile ilgili olarak Kur ân-ı Kerim de bazı âyetlerin işareti ve çeşitli hadislerin açık beyanları mevcuttur. Ehl-i Sünnet alimlerine göre; El-Mü min 40/46; Nuh 71/25; El-Câsiye 45/21-22; Et-Tevbe 9/101; Es-Secde 32/21; Et-Tûr 52/47 âyetleri kabir azabına işaret etmektedir. Hz. Peygamber kabirde azap gören bazı kimselerin sesini işitmiş (Müsned, III,103,104; Müslim, Cennet, 67), kabir azabından Allah a sığınmış ve ashaba da Allah a sığınmalarını söylemiş (Müsned, III, 296; Müslim Cennet, 67) cenaze namazını kıldırdığı ölüyü kabir azabından koruması için Allah a dua etmiş (Müslim, Cenaiz, 86), ayrıca azap görenlerin sesini hayvanların işittiğini haber vermiştir (Nesaî, Cenaiz, 115). Gıybet ve koğuculuk yapmak (Müsned, I, 225; Buharî, Cenaiz, 86), ölüye ağıtlar yakarak ağlamak (Buharî, Cenaiz, 33; Müslim, Cenaiz, 16-28), yalan söylemek, zina yapmak, faiz yemek, içki içmek (Buharî, Cenaiz, 92) gibi fiillerin kabir azabına sebep teşkil ettiği yine hadislerde bildirilmektedir.
Bu noktada bilinmesi gereken önemli bir husus ise şudur: İtikadî -inançla ilgili- konularda bir nassın delil olabilmesi için subut ve delalet yönünden kesinlik taşıması gerektiğidir. Başta da zikredildiği üzere konu ile ilişkilendirilen âyetlerde kabir azabına "işaret" edilmektedir. Kabir azabı, âyetlerde "çok açık ve kesin" ifadelendirilmediği için (manaya delaleti kat î olmadığı için), ayrıca konuyla ilgili hadisler de her ne kadar sahih rivayetleri içeren kitaplarda yer alsalar da mütevatir derecesine ulaşmadıkları için bu konu iman esasları arasında yer almaz; yani kabir azabına inanmayan kimse için "dinden çıkmıştır" denilemez.
Allah Teâlâ nın en çok Peygamberimiz i sevme sebebi nedir?
Cevap: (İlahiyatçı- Fatma Bayram) Allah Teâlâ nın Peygamberimiz e olan sevgisi O nun sadece bir-iki vasfına dayanmaz. Allah Teâlâ Hz. Muhammed (sav) i son elçisi olarak seçmiş, O na iman etmeyi kendisine imanın şartı saymış, O nu inkar edeni kendisini inkar etmiş olarak görmüş (Araf, 158), Allah a ve Peygamber e itaati bir arada şart koşmuş (Nisa, 59), Allah ı sevmenin ölçüsü olarak Peygamber e tabi olma gerekli kılınmış (Al-i İmran, 31), Allah ve Peygamber sevgisi bir arada talep edilmiş (Tevbe, 34), örnek alınacak en güzel numune olarak gösterilmiş (Ahzab, 21), âlemlere rahmet olarak gönderilmiş (Enbiya, 107), Allah ın ve meleklerin O na daima salât-u selam ettikleri bildirilmiş (Ahzab, 56), Kur ân da sayısız yerde ve İslam a giriş cümlesi olan kelime-i tevhide kendi adı ile Rasûlü nün adını bir arada zikretmiş, O nun sünnetini dinin ikinci kaynağı olarak ikame etmiştir (Haşr, 7).
Çok bilinen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz "Ben kendisine; babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, hiç biriniz iman etmiş olmaz." (Buharî) buyurarak kendisine duyulacak sevgiyi imanımızın var oluşunun şartlarından olduğunu bize bildirmiştir.
Burada üzerinde durulması gereken nokta bu sevgiye O nun değil, bizim ihtiyacımız olduğudur. Çünkü insanı davranışları konusunda en çok motive eden şey duygularıdır. Bilgi ve düşüncelerimiz duygusal olarak da benimsenmedikçe davranışa dönüşmez. İşte bu nedenle dahi biz Allah ın dinini kendi bireysel ve sosyal hayatımızda somut olarak var edebilmek için Allah ve Rasûlü nü her şeyden çok sevmeye muhtacız. Efendimiz in sünnetini az önce kaynak olarak verilen âyet-i kerimeler doğrultusunda hayatımıza aksettirebilmek ancak, kendi nefsimiz, ailemiz, sevdiklerimiz ve sosyal çevremiz aksini talep ettiğinde bile sünnete uygun olanı tercih edebilecek gücü kendimizde bulabilmemiz durumunda mümkün olabilir. İşte bu güç Allah a ve Rasûlü ne duyduğumuz bağlılık ve sevgiden kaynaklanır. Bu nedenle de O nu sevmeye kendimiz için muhtacız.
Hz. Muhammed (sav) in Allah tarafından son elçi ve kıyamete kadar kendisine tabi olunacak en güzel örnek olarak seçilmesini sadece şakku s-sadr (göğsünün yarılması) hadisesine bağlamak yeterli bir açıklama olmaz. "Allah niçin en çok Hz. Muhammed (sav) i sevmektedir?" sorusunun cevabını Allah adına biz veremeyiz. Yukarıda kaynak gösterilen âyetlerde açıklanan sebepler dışında bizim için tamamen gayb olan bu konuda söylenecek tek söz "kesbi (kişisel çaba ve gayretle elde edilen) ve vehbi (Allah vergisi olan) bütün özellikleri nedeniyle Allah O nu çok sevmektedir." olabilir. Bunun dışındaki izahlar sadece kişisel varsayımlardan ibarettir.
Hz. Peygamber e salavat getirmenin hükmü nedir? Salavatların sıhhat derecesi nedir?
Cevap: (İlahiyatçı Fatma Bayram): Kur ân da: "Allah ve melekleri, Peygamber e çok salât ederler. Ey müminler! Sizler de O na salavât getirin ve en iyi şekilde selam verin." (Ahzab, 56) buyrularak, müminlerin Hz. Peygamber e "salât ü selam" getirmeleri emredilmektedir. Salât: Allah tan rahmet, meleklerden istiğfar ve müminlerden dua demektir. Yukarıda zikredilen âyette Hz. Peygamber e salât ü selam getirmek emir kipiyle dinî bir vecibe olarak bildirilmiştir. Bunun için bir mecliste Rasûl-i Ekrem in ism-i şerifi anıldığı zaman salavât-ı şerife getirmek, oradaki Müslümanlar üzerine bir zorunluluktur. Bir toplulukta Efendimiz in ismi defalarca anılırsa her defasında salavât getirmek farz olmaz; bir kez söylenmesi yeterlidir. Salavât getirmenin çeşitli şekilleri arasında en yaygın olanı "Allâhümme salli ‘alâ Muhammedin ve ‘alâ âli Muhammed" cümlesidir.
Hz. Peygamber den sahih yollarla bize kadar ulaşan sayısız hadiste de O na salavât getirmenin faziletinden ve nasıl yapılacağından bahsedilir. Bunlardan birkaç örnek:
"Kim bana (bir kez) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir." (Nesaî)
"Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât okuyandır." (Tirmizî)
"Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır" (Tirmizî)
: Peygamber Efendimizin ırkçılık ve milliyetçiliğe bakışı nasıldı?
Cevap (Nimet Yılmaz - İlahiyatçı): İnsanların farklı ırk ve milletlere mensup olmaları Allah ın bir takdiridir. Irklar ve milletler bir hakikattir. Peygamber Efendimiz, özellikle yaşadığı bölgenin temel vasfı olan kabile asabiyetini yani ırka ve millete bağlı üstünlük ve ayrımcılığı yok etmek için büyük uğraş vermiştir. Daima, aynı babanın yani Adem in çocukları olduğumuzu vurgulamış; üstünlüğün sadece takvada olduğunu ifade etmiştir. Veda hutbesi bu manada en güzel bir örnek olarak tarihe geçmiştir. Bir millete ve ırka mensup olma tabiidir. Kişinin değeri sahip olduğu ırk ve milletle değil, Allah a karşı sorumluluğunu bilmesi ve amelleriyle insanlığa faydalı olmasıyla ölçülür.
Annelerin eğitim adına çocuğunu dövdüğünü düşünürsek cennet nasıl onların ayakları altında olur? Peygamberimizin bu konudaki tutumu nasıldı?
Cevap (Fatma Bayram-İlahiyatcı): “Cennet anaların ayakları altındadır.” Hadis-i Şerifi, annelerin çocuklarını dövebileceği anlamına gelmez. Böyle bir yorum hadisin lafızlarını zahiri anlamlarıyla ele almak olur ki, bu yolla maksadın anlaşılması mümkün değildir. Bu sözden anlaşılması gereken, anaya hürmetin lüzumu ve onun rıza ve hoşnutluğu olmadan cennete gidilemeyeceği gerçeğidir. Yoksa ‘ana-baba evladı üzerinde kayıtsız-şartsız bir mülkiyeti haizdir ve evladına dilediğini yapabilir’ anlamına gelmez. İslam’da anne karnındaki ceninin bile, korunması gereken hakları vardır. Hiçbir yetişkin, çocuğu üzerinde dilediğince tasarruf edemez (bkz. Doç. Dr. Orhan Çeker, İslam Hukukunda Çocuk, Kayıhan Yayınları).
Peygamberimiz evliliği, çocuk sahibi olmayı ve çocukları iyi yetiştirmeyi teşvik etmiş ve bu konuda büyüklerin sorumluluğuna dikkat çekmiştir (bkz. Buhari, I, 215). Çocuklarına düşkün olan hanımları övmüş ve anneleri, çocuklarına karşı sevgi ve şefkatle davranmaya teşvik etmiştir (bkz. Buhari, VI, 120-121).
Hz. Peygamber çocuklarla ilgilenir, selam verir (İbn Mace, II, 1220), onların hatırını sorardı. Zaman zaman çocukları ve özellikle torunlarını sırtına bindirirdi. Hoşlanacakları adlar takarak çocuklarla şakalaşır ve onları eğlendirirdi. Bütün bu sıcak yakınlıktan dolayı çocuklar Onu (sav) çok sever, bir yolculuktan döneceği zaman kendisini karşılamaya çıkarlardı (İbn Hanbel, IV, 5; Ebu Davud, III, 219).
Hz. Peygamber çocuğa iyi bir terbiye ve eğitim verilmesini çocuğun babası üzerindeki hakları arasında saymıştır. Terbiyeyi ana-babanın çocuğuna bırakacağı en güzel miras olarak değerlendirmiştir (Tirmizi, IV, 337). Anne-babanın çocuklara (öpücüğe varıncaya kadar her konuda) eşit muamele yapmasının onların görevi ve çocuğun da doğal hakkı olduğunu bildirmiştir (İbn Hanbel, IV, 269). Bu konuda çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması arasında fark yoktur.
İslam alimleri altı yaşından önce çocuğa herhangi bir nedenle vurulmasının haram olduğunu, ayrıca farzı ilgilendirmeyen konular için çocuğa asla vurulmaması gerektiğini klasik dönemden itibaren belirtmişlerdir. Hz. Peygamber den rivayet edilen “on yaşına geldiği halde namazı ihmal ediyorsa döverek kıldırma” ifadesi hayatında hiçbir çocuğa vurmamış olan Peygamberimizin namaz konusunu ne kadar ehemmiyetli gördüğünün bir yansımasıdır. Bu hadisi yorumlayan ulema 10 yaşından sonra çocuklara terbiyevi amaçlı vurmayı “yaralayıcı olmamak, üç darbeyi geçmemek ve başa vurulmamak” gibi kurallarla sınırlamışlardır (bkz. Kütüb-i Site Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, c.8, s.231).
Dayağın eğitim-öğretim işinin bir parçası olarak görüldüğü toplum düzenlerinde bu sınırlamalar bir gelişme olarak görülebilirse de eğitimin hiçbir aşamasında dayağın düşünülemeyeceği günümüzde daha etkin disiplin yöntemleri için bkz. Doç. Dr. Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi ve Dr. Thomas Gordon, Çocukta Dış Disiplin mi İç Disiplin mi. |